ChatCity sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç ve kendi radyo yayınını yap

Forum sayfaları sohbet arkadaş sitesi ile oyun tavla ve okey oyna, sohbet muhabbet ortamını keşfet. Oyun, okey tavla oyna, kulüp aç erkek kız arkadaş bul


sohbet, okey, tavla, chat
5 Mayıs 2024, Pazar 15:36   

 

ChatCity Forum
Chatcity Forumlarında mesaj yazmadan önce Forum Kurallarını mutlaka okuyunuz...

En İyiler  Son Eklenenler       
sohbet forum basliklari  CC-Forum> Mühim Mevzular > Felsefe, Din, İçsel meseleler
forum sohbet oyun basliklari
   Hz. Muhammed Neyi `Oku`du
 <<1 234>>
Mesaj Ekle, sohbet ve oyun icin cagir
sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:23:47      Hz. Muhammed Neyi `Oku`dusohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

Acaba Hazreti "Muhammmed Neyi “OKU”DU" ?

Bilindiği üzere, Hazreti Muhammed iki yılı aşkın bir süre, içinde yaşadığı düşünsel durum nedeniyle, Hıra Tepesindeki mağarada, inzivaya çekilmişti...

Bu süreç içindeyken, Kur`an-ı Kerim’in ilk ayeti olan "İKRA" hükmü kendisine tebliğ oldu Cebrail isimli melek tarafından!..

 -"İKRA !...."

 -"O K U !.."

 Ama, bu tebliğ anında kendisine verilmiş herhangi bir yazılı metin yoktu!...

"OKU"MASI isteniyordu; ancak eline verilmiş bir alfabetik yazıt sözkonusu değildi..?

Öyle ise neyi "OKU"YACAKTI ?...

"O K U" dendiğine; "O K U"ması gerektiğine; ve "O K U"yacağı herhangi bir yazılı alfabetik metin olmadığına göre...

Acaba, "O K U"ması istenilen "ŞEY" ne idi ?...

"Ü M M İ" olan Hazreti Muhammed Aleyhisselam,

 "OKU” yabilenlerden değilim, okuyamıyorum"

 cevabını vermişti, Cebrâil isimli meleğe...

Ortada, kağıt, deri, kemik üzerine yazılı olarak inmiş herhangi bir metin olmadığına göre; elbette ki, burada işaret edilen husus, bizim bildiğimiz manada okuyup-yazma değildi !.

Öyle ise, burada sözkonusu edilen "Ü M M İ"lik, genelde anlaşılan manasıyla, yazılı bir metni okuyamama değildir !..

Bu takdirde, "Ü M M İ"lik nedir?...

Kimler "Ü M M İ"dir..?

"Ü M M İ”ikten kurtulmanın yolu nedir?...

"Ü M M İ" olduğu için "O K U"yamayan Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, "İ K R A" hükmünce "O K U"duktan sonra, hala "Ü M MÎ" miydi ?...

Değerli düşünen Dostlarım...

İşte bu yazımızda, müşahedemiz nispetinde; elden geldiğince, sırf iman yoluyla kendilerine nakledilenleri olduğu gibi kabul edip, üzerlerinde yoruma girmek istemeyen kardeşlerimizi de fazla sarsmayacak bir biçimde; yukarıdaki soruların cevaplarını açıklamaya çalışacağız...

Elbette ki, bütün yazacaklarımız, Rabbimizin bize ihsan ettiği ilim, nasib ettiği müşahede nispetinde olacaktır... Muhakkak ki, her bilgi sahibinin fevkinde daha başkaları vardır...

Biz de bu yazdıklarımızla, dostlarımızın daha üst bilgi ve düşünü basamaklarına ulaşması için vesile olursak, bu görevi bize ihsan ettiği için Rabbimize şükrederiz...

Dileriz ki, Allah, ilmin sonsuz basamaklarında, tüm yaşamımız boyunca yükselmeyi ve o ilimden günlük yaşamımızda yararlanmayı nasip etsin..

Buyurun önce "Evrenin gerçeğine";

ve sonra da; Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselam’ın "OKU"duklarından, bize bildirilenlerin bazılarına.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:25:28sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

               EVRENİN GERÇEĞİ

Değerli dostlarım, yazımızın ana konusuna geçmeden önce çağdaş bilimler eşliğindeki bazı tespitlerden sözetmek istiyorum..

İnsanoğlunu asırlardır düşündüren ve kesin cevabı da bir türlü verilemeyen bir soru vardır;

Evren nedir; ben neyim; ve evrenle bağlantı noktam nedir?..

Sayısız düşünür, bilim adamı ve tasavvuf ehli kişi, bu konuda kendi kapasitelerine göre pek çok cevaplar getirmelerine rağmen; gene de herkesi tatmin edebilecek güçte ortak cevabı düşünü dünyasına sergileyememişlerdir..

Önce, bazı ünlü tasavvuf ehli kişilerin, evrenin yapısı hakkındaki görüşlerine birkaç cümle ile değinelim...

 "Bütün alemlerin aslı hayaldir!.."

 "Tüm mevcudat TEK bir yapıdır!.."

 "Varolan TEK bir varlık vardır, O da ALLAH`tır!."

 "Sen iki görüyorsan, bu gözündeki şaşılıktandır; varolan sadece BİR`dir!."...

 Herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için, sadece ünlü tasavvuf ehli kişilerin fikirleridir bu cümleler, demekle yetinip, söyleyenlerin isimlerini yazmıyorum... Arzu edenler bu fikirlerin kimlere ait olduklarını konuyla ilgili eserlerde bulabilirler..

Şimdi bu cümlelerde, mecaz yollu anlatılmak istenen hususlara, çağdaş bilimler ışığında yaklaşmaya çalışalım..

Biliyoruz ki insan, evreni, beş duyusuyla algılar. Dolayısıyla, insanın, beş duyusunun oluşturduğu evreni ile; bir hayvanın ya da insanötesi herhangi bir varlığın, duyu organlarının kapasitesine GÖRE algılanan evreni, elbette ki birbirinden son derece farklıdır!.

Bunu, basit bir misâlle açıklayalım... insan gözü, 4000 angström ile 7000A arasındaki dalgaları değerlendirerek beyne yollar; ve bu dalgalar, beyinde bir görüntü şeklinde değerlendirilir.. Biz de, beynimizin programlandığı şekilde değerlendirdiği bu dalgaları yayan veya aksettiren nesneleri "var" kabul eder, bunların dışındakileri ise " yok" sayarız.

İşte, gerçeği görememe hususundaki yanlışımız, bu noktada başlamaktadır...

Gözümüzün algılayamadığı, sayısız-sonsuz dalgaboyu skalasından son derece minik bir kesiti algıladığımız halde,her şeyi algıladıklarımızdan ibaret sanıyor; ve her şeyi, bu sınırların içinde varsayıp, değerlendirmeye çalışıyoruz!...

Oysa, gerçekte, evren, sonsuz-sınırsız dalgaboylarından, ya da bir diğer ifade ile kuantlardan oluşan bir yapıdır; ki, bu algıladığımız kesit içindekiler, okyanusta bir damla bile değildir!..

İkinci olarak; anlaşılması zorunlu bir diğer husus da şudur:

Gözümüzün beyne ulaştırdığı 4000-7000 A arası dalgaboyları bir anlam taşıdığına göre; bütün dalga boyları ve boyutları ile tüm Evren, bir anlam ifade eden BÜTÜNSELLİĞE sahiptir!.. Ne çare ki, bizim algılama araçlarımızın sınırlılığı, bu EVRENİN BÜTÜNSELLİĞİNİ değerlendirmekten bizi mahrum bırakmaktadır.

Demek oluyor ki...

Beynimizin, belirli, şartlanma yollu edindiği programlarla bloke olması, bizi kısıtlıyor ve...Kesitsel algılama araçlarına (beşduyu) sahip olmamız, ve her şeyi İLLE DE beş duyu ile değerlendirme şartlanmamız, çokluk görüntüsü veren orijinal TEK`i bir türlü algılayamamamıza sebep olmakta!.

Oysa, bilimsel olarak biliyoruz ki, atom boyutunda değerlendirme aracımız ya da duyumuz olsaydı, "hepimiz BİR" olacaktık..

Bunu da anlatmak için şöyle bir misâl vereyim:

Bulunduğunuz odayı, tavanını açmak suretiyle, bir milyar defa büyütme kapasitesine sahip elektron mikroskobunun lamına koyun ve sonra da objektifinden bakın... Bir milyarlık büyütme kapasitesi, bize atomları görme olanağını verecektir... Bu takdirde, artık biz, o odadaki çeşitli isimler taktığımız eşyayı değil; demir, bakır, çinko, hidrojen, azot, oksijen vesaire gibi pekçok atomlardan ibaret, homojen bir kütleyi göreceğiz..

Göz aracıyla aynı odaya bakan beyin, az önce bir çok eşyanın varlığından söz ederken; elektron mikroskobu aracılığıyla aynı odaya bakan beyin sayısız eşyadan değil, homojen atomik bileşik bir kütleden söz edecektir; ki artık, "pek çok", sadece, "yüzküsur" atom türüne dönüşmüştür nazarımızda!..

Şayet, beynin kullandığı algılama aracı, bir milyar defa büyütme kapasitesi yerine, bir trilyon, ya da yüz katrilyon gibi rakkamlara çıksa ne olur?...

Bu takdirde öyle bir noktaya geliriz ki, evrende varolduğunu kabul ettiğimiz herşeyin, o şeye bakan algılama aracının kapasitesinden doğan, imgesel bir varlık olduğunu idrak ederiz!

İşte varolduğu, beyin tarafından kabul edilen her şey, beynin kesitsel algılama araçlarına GÖREdir; ve o görüntülerin her biri, kesitsel verilerin imajlarıdır!..

Bu tespit bizi nereye götürür?...

Madde - hücre - molekül - atom - nötron - kuark - kuant "boyutsal özeinim" ile karşımıza öyle bir TEKİL yapı çıkar ki, artık, bu TEK`ten başka bir şeyin varlığı düşünülemez!..

Kısacası, "Evren" ismiyle işaret ettiğimiz varlık, gerçekte öyle bir TEK`e dayanmaktadır ki; ki, siz ona ne isim verirseniz veriniz; O`ndan başkasına "Evren" ismi ardında yer yoktur!..

Algılayabildiğimiz kadarıyla, bir özelliği "Salt Bilinç"; diğer bir özelliği de "Evrensel Enerji" olan bu TEK, "Evren" ismiyle tanımladığımız yapı olarak, zaman kavramının olmadığı bir mânâda, her an kendi sistemiyle yaşamını sürdürmektedir.

Bize düşen ise, şayet elimizden geliyorsa, bu yapıdaki yerimizi anlamaktan ibarettir

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:27:44sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

BİLİMSEL VERİLERLE DÜŞÜNEBİLMEK

Evrenin, sonsuz dalga boyundan meydana gelen, bilemediğimiz sayıdaki boyutta olan gerçek yapısına karşın; insanın, sadece kesitsel algılama araçlarıyla (beş duyu) değerlendirme yapmak zorunda olması nedeniyle; gerçekte, asla "EVREN"den söz edilemeyeceği; ancak "İnsanın evreni”nden bahsedilebileceği, kesinlik kazanmıştır!.

İşte acı ama kesin olan bu gerçek karşısında, insan için geriye ne kalıyor?

Beş duyu sınırlarıyla kayıtlı insan beyinlerinin, bilimsel veriler ve bulgular eşliğinde, yeni düşünce sistemleri ile çevresini ve içinde yaşadığı boyutun gerçeklerini doğruya en yakın biçimde tespit edebilmek.. İşte sorunumuz burada başlıyor...

Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, beşduyunun kendisine ulaştırdıklarıyla değerlendirme yapmak mecburiyetiyle yüzyüze olan beyin, günümüzde şu gerçeği tespit etmektedir.

Algılanan boyutların ötesinde, sayısız boyutlar ve o boyutlara ait sayısız değerler, ve o değerlerle, kendine özgü canlılık sahibi sayısız türler mevcuttur!

Öyle ise biz, bilimsel verilerin doğrultusunda düşünürsek, göreceğiz ki, bizim madde boyutumuzun dışında; kendi madde boyutlarında, fakat bize GÖRE ışınsal yapılı canlılar ortamı hadsiz hesapsızdır...

Evren, tümüyle ışınsal yapı orijinlidir de; biz, " madde" aleminde mi yaşıyoruz?...

Bu konuda en önemli soru ile karşı karşıyayız şu anda!. Ve cevabının anlaşılması da oldukça güçtür...

Soruyu biraz daha açalım...

Evrende, "madde" âlemimiz, ve "madde olmayan" âlemler mi var?... Canlılar, sadece "madde" âleminde mi var?...

Bilimsel veriler gösteriyor ki, makrokozmos denilen kozmolojik sistemlerden, mikrokozmos denilen müonlara - kuantlara kadar -yardımcı araçlarla da olsa - göz veri sınırları içersinde kalan herşey, birbirini meydana getiren terkipsel katmanlardır..

Oysa bu katmanların her biri, kendi katman algılayıcısına GÖRE maddedir!.. Yani, “madde” ve “maddeötesi” kavramı tamamıyla algılayıcısının kapasitesine GÖRE değişen, "GÖRESEL KAVRAM"dır!..

Bizim algılama araçlarımızın iki puan üstündeki algılama araçlarına sahip birimler için, bizim dünyamız ve yapımız, maddeötesi iken; bizim iki puan altımızdaki algılama araçlarına sahip bir başka türe göre, yaşadığımız ortam, mevcut bile değildir!...

Bir hücre ya da bir bakteri, bilinci itibariyle, bizim varlığımızdan bile haberdar değilken; önümüzde böyle bir örnek mevcutken; biz nasıl olur da, içinde yaşadığımız ortamda, bizden başka canlı-bilinçli varlıkların mevcut olmadığını iddia edebiliriz?...

Algılayabildiğimiz kadarıyla, ister dalgasal birikim, ister kuantsal yapı olarak ele alalım, gerçekçi düşünce bizi, sayısız canlı-bilinçli birimler ve birikimler evreninde yaşadığımız sonucuna götürmektedir...

Ancak ne var ki, biz, kendimizi henüz l9. yüzyılın, gelişmemişlikten kabullenilen madde ve maddecilik şartlanmasından arındıramadığımız ve çağdaş düşünce sistemi içinde yer alamadığımız için; Evrene ait gerçekler ve değerler boyutuna sıçrama yapamıyor, her şeyi dar madde sınırları içerisinde çözümleyip, değerlendirmeye çalışıyoruz.

Şunu artık kesin olarak bilmeli ve idrak etmeliyiz ki; kuantsal yapı boyutundan, “madde” adını taktığımız “beşduyu boyutu”na, ve daha "ÜSTMADDE" boyutuna kadar, her terkipsel yapının, kendine özgü bilinci ve değerleri mevcuttur!... Biz, bu gerçeği idrak ettiğimiz ve üzerinde araştırmalarımızı sürdürdüğümüz ölçüde, bu bilinç birimleriyle iletişim kurma imkânına sahip olabiliriz. Dar görüşlülüğün ifadesi olan inkâr ise, evrende kör bir bilinç olarak yaşamaktan başka bir şey kazandırmaz.

Geniş ve kapsamlı düşünen insana yakışan şey, inkar değil, bilimsel düşüncedir.

Ölümötesi yaşam gerçeği; bilincin, maddeötesi yapısından kaynaklanan ve her boyutta, terkipsel yapısına göre sonsuz devam eden orijinalitesinden kaynaklanmaktadır... Zira, bilinç, maddeden değil, maddeyi oluşturan Evrensel Orijinden kaynaklanmaktadır.. Evrensel, kuantsal orijinli bilincin, madde boyutundan bedende, beyinde ulaştığı form ve kapasitenin, maddenin tükenişiyle birlikte, yeniden bir alt -ya da bir üst- boyutta ışınsal yapısıyla yaşamına devam etmesi kaçınılmaz bir son, ya da devamdır...

Öyle ise, düşünce ufkumuzu madde sınırlarının ötesinde, boyutsal derinliğe ulaştırabiliyor muyuz?...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:30:45sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

        EVRENSEL ÖZ VE ÖZÜMÜZ

İnsanın, asla evrenden söz edemeyeceğini; "Evren" ismi altında anlatılmak istenen şeyin, ancak ve sadece kesitsel algılama araçları beş duyuya dayanan "insanın evreni" olduğunu anlatmıştık...

Daha sonra da, "madde" diye bir şeyin gerçekte var olmadığını; "madde" tespitini dahi beş duyuya dayanan algılama araçlarının yaptığını; başka algılama araçlarının da başka "madde"ler tespiti yapabileceğini açıklamaya çalışmış; ve her algılama aracına GÖRE değişen sayısız "madde" alemleri vardır; ki onlar, bize göre, hep "madde ötesi" âlemlerdir, demiştik..

İnsan, beş duyu verileriyle evreni tanıyamayacağına göre; insan, evren içi bir varlık olduğuna göre; Evrende, her şey madde ötesi dalgalardan, ya da kuantsal yapıya dayanan çeşitli frekanstaki, çeşitli anlamları kapsamında bulunduran birimler olduğuna, göre; bu takdirde özü itibariyle "insan" nedir?

Gözden öze yönelebilenlere, gözden öze geçebilenlere, beyinlerini beş duyu verileriyle bloke olmaktan kurtarıp, derin ve kapsamlı düşünce yoluyla, madde sanısından "Evrensel Öz"e doğru, bilim artı sezgi gücüyle kullanabilenlere göre...

Evrende mevcut olan her birim, yapısına ve algılama aracına göre yer aldığı katmanda, tüm evrensel özdeğerlere sahiptir. "Evrensel öz"e sahip bulunan her birim, kendi algılama araçlarının oluşturduğu katmanda yaşadığı sürece, o katman kendi "madde" dünyası olarak mevcuttur; diğer katmanlar ise, "yok" hükmünü alır algılama aracının kapasite yetersizliği dolayısıyla!.

Gerçekte, Evrende mevcut bulunan her şey, aynı özden meydana geldiği için, ister yaratan güç denilsin, ister günümüz deyişiyle "Salt Bilinç" diyelim bu Evrensel kudret ve ilim, halogramik bir biçimde, evrenin her katmanındaki her birimin her noktasında aynı şekilde mevcuttur!.

Evrene, aynı özden meydana gelmiş değişik terkiplerdeki sayısız türün algılama araçlarından bakışı bir yana koyup da; tüm algılama araçlarının kapasitesine sahip tek bir algılama aracıyla, Özden yapıya doğrultusunda bakabilirsek, algılarız ki, canlı, sonsuz, sınırsız, ilim ve kudret sahibi, kendi varlığı dışında başka bir şeyden söz edilmesi mümkün olmayan "TEK"ten başka bir şey mevcut değildir; ki artık siz, "O"`na ne isim isterseniz veriniz!.

Bugünkü bilimsel değerlendirmeler, geçtiğimiz binlerle yıllık süreç içinde mevcut olmadığı için, o günün gözden öze yönelenleri, beş duyunun kesitsel verileri üstüne, beş duyu ötesi algılama sistemlerini de devreye sokarak, bu gerçeklere önemli ölçüde ulaşmışlar; ancak ne var ki, kendi lisanları ile, "mecaz yollu" bu gerçekleri dile getirmişlerdir.

"Evrenin tek bir ruhtan meydana geldiğini", "herşeyin varlığının bu tek ruh ile mevcut ve devam etmekte olduğunu", "insanın, özünde mevcut olan bu ruhu, dışarıda aramasının boş bir şey olacağını" vurgulayan öze ermişler, ne yazık ki kendilerini gözle sınırlayanlar tarafından anlaşılamamışlardır.

Evren, özü itibariyle tek ve tümel bir bilinç ve güç olduğuna, gerçekte sonsuz-sınırsız yapısına, ve her birimin kendi ilmi ve kudretiyle, ve gene kendi varlığıyla varolduğuna göre, insan için evrenin gerçeğine vardırıcı tek yol, gene insanın kendi bilinci ve özüdür.

İster, tüme varış; ister, tümden geliş sistemleriyle hareket edelim, öncelik hep "tüm"dedir!.. "Tüm"ü bilmezseniz, bilmediğinize varamazsınız!. "Tüm"ü bilmezseniz, tümden gelim olanaksızdır!. Öyle ise her koşulda, öncelikle bilinmesi zorunlu olan "TÜM"dür!..

"Madde"miz, beşduyu verilerine göre mevcut olan bir katman olduğuna göre; algılama araçları değiştikçe "maddeler"de değişeceğine göre; bu hükmü veren bilinç, kesinlikle anlaşılır ki madde değildir!...

Bilinç, madde olmadığına göre; "Evrensel Öz"den meydana gelmiş, "Evrensel Öz"le mevcut, ancak yapısını henüz değerlendiremediğimiz, meçhul frekanslı dalgaboyudur!..

Ve bu gerçeğe göre biz, Evrendeki, göz boyutuna göre, milyarlarca galaksiden bir galakside, yüzmilyarlarca yıldızdan birinin bir uydusunda yaşamakta olan, milyarca bedenden bir et-kemik beden değil; varlığını "Evrensel Öz"den alan, ve "O" öz ile varolan bir bilinç titreşimiyiz!.

Beşduyu sınırlamaları dolayısıyla, "madde" diye isimlendirdiğimiz her şey dahi, değişik frekanslardaki ışınsal yapıdan başka bir şey değildir!....

Ne var ki, "Evrensel Öz"ü halogramik bir biçimde varlığında bulunduran; ve hatta o "Evrensel Öz"ün mevcudiyetiyle var olan; halogramik bir biçimde öz sahibi ışınsal yapı olan varlığımıza, bizden öncekiler "RUH" adını takmışlardır.

Öyle ise, insan için, "yok olma" anlamında "ölüm" asla söz konusu olmayıp; olay, kişinin bilincinin, madde boyutundan, halogramik ışınsal beden boyutuna sıçramasıdır; ya da eskilerin tanımlamasıyla. "Ruhlar Alemine geçiş" söz konusudur.. Ve bu halogramik ışınsal özellikli beden için, ışınsal evrende, eriştiği algılama kapasitesiyle, bu kapasiteye bağlı katmanda sonsuza dek yaşam mevcuttur.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:36:04sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

          "Ü M M İ"NIN "OKU"MASI

Kur`an-ı Kerim’in ilk gelen ayeti ve hükmü "İkra"dır!...

"İKRA" hitabının şeklen kendisine nasıl ulaştığını ve o anda neler hissettiğini önce Hazreti Muhammed aleyhisselamın ağzından dinleyelim...

Cebrail Aleyhisselâm isimli melek nasıl gelmiş; nasıl "OKU" demiş; nasıl "SIKMIŞ"; ardından neler hissedilmiş; bütün bunları önce umuma anlatış şekliyle sahih hadislerden görelim, okuyalım...

Sonra bugüne kadar elimize geçmiş tüm verilerin üzerinde duralim..

Sonra da, üzerinde sesli düşünmeye başlayalım...

Sahihi Buhari` de ve Sahihi Müslim`de nakledilen hadisi şerif şöyle:

“Rasulu Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, evvela gerçekleşen rüyalar görmeye başlamıştı...

Bir rüya görmezdi ki, fecri sâbit gibi zuhur etmiş olmasın..

Sonra halvetten hoşlanır oldu,.. Hıra tepesindeki mağaraya çekilip, birçok gece, orada kulluk ederdi!.. Bunun için de, azığını yanında götürürdü...

Sonra tekrar hazreti Hatice`nin yanına gelir, bir miktar azık alır, gene giderdi...

Nihayet bir gün Hıra tepesindeyken, Ona, Hak geldi!...

Şöyle ki...

Kendisine, bir melek geldi ve “İKRA`“ - “OKU” dedi... O da...

-Ben OKUYANLARDAN değilim!...

Cevabını verdi.

Rasulullah şöyle buyurdu:

 -Bu cevap üzerine melek hemen beni tuttu ve vücudumu sarıp öylesine sıktı ki, tâkâtım neredeyse tükeniyordu..  

Sonra gene salıverdi ve “İKRA`“ - “OKU” dedi!...

Ben de:

 "Ben okuyanlardan değilim" dedim...

 Der demez beni yine tuttu ve öyle bir sıktı ki, canıma tak dedi... ve salıverdi ve tekrar;

 “İKRA`“ dedi...

 Ben de yine;

 "Okuyanlardan değilim", değilim, dedim..

Binâenaleyh, beni üçüncü defa, yine sıktı, sonra bıraktı, ve derhal:

 "OKU!...Seni halk eden Rabbinin adıyla OKU" ayetlerini okudu...

 Bundan sonra Rasûlullah evine avdet etti... Yüreği oynuyordu!... Hazreti Hatice`nin yanına girdi; "beni örtün, örtün"; dedi... Örttüler!..

Nihayet heyecanı geçti, o zaman Hazreti Hatice`ye durumu anlatıp;

 -Kendimden cidden korktum. buyurdu...

Hatice:

-Hayır, vallahi Cenâb-ı Allah hiç bir vakit seni perişan etmez... Sen, akrabana iyilik eder, külfetlere tahammül edersin, yoku kazanır, yoksulu kazandırırsın... Misafire ikram eder, ihtiyaç duyanlara yardım edersin...

Ve bundan sonra , onu alıp, amcazadesi Meleketül Nevfel`e götürdü.

Varaka, adıyla da bilinen Nevfel câhiliyet zamanında iken, nasraniyeti kabul etmiş bir zât idi... İbranice yazmasını bilir ve ilamaşâallah İbranice İncil yazardı...

Artık pek ihtiyarlamış ve a`ma olmuştu..

Yanına varınca Hatice:

 -Amcazâdem, bak biraderzâdeni bir dinle... dedi.

 Varaka sordu:

-Biraderzadem ne görüyorsun? ... dedi.

Rasûlullah gördüklerini anlattır... Bunun üzerine Varaka,

-Bu o namustur ki, Cenab-ı Allah, Musa’ya indirmiş idi!.. Ne olurdu ben genç olsaydım ve kavminin seni çıkaracağı zaman sağ olaydım! ... dedi.

Rasulullah sordu;

-Acaib !.. Onlar beni çıkaracaklar da mı?.. Varaka;

 -Evet senin getirdiğin gibi bir şeyi getiren hiç bir insan yoktur ki, düşmanlığa mâruz kalmasın ve bulunduğu yerden çıkartılmasın..

 Eğer o gününe yetişirsem, her halde sana kaviyyen yardım ederim.. dedi... "

 Bu olay gerçekleştikten kısa bir süre sonra gene hitap gelmişti...

Bu tekrar Hazreti Rasulullah’ı gene çok korkutmuştu...

Rasulu Ekrem, Hazreti Hatice` ye geldi ve şöyle dedi:

-Ben halvette yalnız kaldığım zaman, bir hitab işittim!.. Vallahi bunun bir emir olmasından cidden korktum...

 Hatice cevap verdi:

-Maazallah, sana Allah`tan korkulacak bir şey gelmez!.. Sen emaneti korursun, akrabana iyilik edersin, doğru söylersin... dedi ve böylece onu teskin etti...  

Sonra Ebu Bekir geldi... Rasulullah yoktu o sırada...

Hatice , Rasulullah`ın sözlerini Ebu Bekir` e anlattı ve:

 -Muhammed ile beraber Varaka` ya git!.. dedi..

 Rasûlullah gelince, Ebu Bekir onu tutup,

 -Hadi bizi Varaka` ya götür... dedi..

 Ebu Bekir böyle deyince; Rasûlullah sordu...

-Kim söyledi bunu sana?

 Bunun üzerine O da..

 -Hatice!... dedi..

Birlikte Varaka` ya gittiler ve olayı anlattılar...

Rasûlullah şöyle dedi:

 -Yalnız halvette iken, arkamdan, ya Muhammed Ya Muhammed diye bir nidâ işitiyorum... Ve hemen koşup kaçıyorum...

Varaka cevap verdi:

 -Öyle yapma!... Geldiği zaman söyleyeceğini iyice anlayana kadar bekle ve iyi dinle... Sonra da ne dediğini gel bana haber ver!... dedi...

Daha sonra Rasûlullah halvete çekildiğinde bu defa şöyle hitap geldi:

 -Ya Muhammed, şöyle de:

 “Bismillahirrahmanirrahim

elhamdulillahi rabbil âlemin” diyerek “ve laddaliyn”e kadar vardı... Ve bir de:

 “lâ ilahe illalllah” diye ilave etti...

 Bunun üzerine, o da gelip, bu olan biteni Varaka` ya nakletti!..

Bunun üzerine Varaka da şöyle dedi:

 -Müjdeler olsun sana!... Ben şehâdet ederim ki, Sen ibni Meryem` in tebşir ettiği zâtsın!.. Ve sen, Musa` nın namusu gibi bir namus üzeresin... Sen Nebiyyi Mürsel’sin ve cihada memur olacaksın!”

Şimdi burada görülüyor ki, ilk nazil olan âyet; yani Hazreti Muhammed` e gelen ilk emir "OKU" emri yani "İKRA`" ...

Ve geçmişteki hemen hemen çok büyük bir grup İslâm âlimleri bu konuda ittifak üzereler...

Bunun akabinde gelen âyetlerde “Besmele” ile birlikteFâtiha” yani “Elhamdu lillahi rabbil âlemindiye başlayan yedi âyet!...İlk sûre!.

İş böyle olduğuna göre...

Burada düşünülmesi gereken ilk konu, "OKU" kelimesinin neye işaret ettiğidir !..

Eğer, bizim klasik mânâda anlayışımız üzere bir "OKUMAK" ise burada murad olan; bunun için eline bir kitap verilmesi, O`nun da eline aldığı bu kitabı okuması gerekirdi...

Oysa eline böyle yazılı bir metin verilmiş değildi!.... Ne bir sahife halinde, ne bir parşomene veya deriye yazılmış bir metin kendisine verilmiş değildi!.. Yazılı bir metin verilmediğine göre de, burada bizim, klasik anlamda değerlendirdiğimiz biçimde bir "okumak" söz konusu değildir..

Bu takdirde. "OKU" sözünün mânâsını nasıl anlamak ve değerlendirmek durumundayız?..

Okunacak herhangi bir metin olmadığına göre, kendisinden neyi "OKU"ması talep ediliyordu?...

Ne, nasıl okunacaktı?...

Bunu anlayabilmek için, meseleye çok geniş bir perspektifle bakmak zorundayız!...

Yani... O zamanda, toplumun hangi şartlar içinde yaşadığına; neye nasıl inandığına; ve ne tarz düşünce yapısına sahip olduğuna bakmak lazım...

Bilindiği gibi, o devirde Kabe`de 360 adet "sanem" yani "put" vardı!.. Ve insanlar pek çok tanrılara tapıyorlardı...

İnsanların kimisi, yeryüzünde kimisi semâda mekân tutmuş, dünyayı yönettiğini tasavvur ettikleri tanrıları varsayıyorlar; onları övüp yüceltmek suretiyle de kendileri için bir menfaat umuyorlardı!..

Varsaydıkları tanrıları ile olan diyologları neticesinde, onlara yönelik olarak ortaya konulan çok değişik fiiller mevcuttu... Adaklar; kurbanlar; tapınmalar; yalvarıp yakarmalar!..

O devirde, içinde yaşadıkları toplum gibi düşünmeyen, saneme tapınmayan; semada bir tanrı düşünmeyen; ancak ve sadece yerleri ve gökleri meydana getiren sonsuz-sınırsız yaratıcı bilinçli güce inanan sekiz-on kişilik de bir grup vardı...

Bunlara, "HANİF"ler deniliyordu!..

"HANİF" diye adlandırılan bu küçük grubun üyelerinden birisi Hazreti Ebu Bekir; bir diğeri de Hazreti Muhammed Mustafa idi !..

Varlığın ve yaşamın içinde gökte bir tanrının yeri olmadığını tesbit eden Hazreti Muhammed Aleyhisselam, konuyu tam anlamıyla çözüme ulaştıramamanın getirdiği bir sıkıntı içindeydi!... Bu sıkıntı, O`nun yaşamını oldukça önemli bir şekilde etkilemeğe başlayınca, ticareti yanındakilere bırakarak, az bir azık alıp, bir mağarada inzivaya çekilmek ve orada derin tefekküre girmek zorunluluğunu hissetti!..

Ve bir gün...

Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselam, içinde bulunduğu mağarada MUTLAK GERÇEĞİ bulmak için çeşitli düşünsel çalışmalar yaparken; bir gün ansızın hayatının dönüm noktasını oluşturan olağanüstü olayla karşılaştı.

Karşısına âniden bir "melek" çıktı ve O`nu şiddetle “SIKTI”; sonra da;

-"IKRA` !..." ... "OKU" dedi...

Burada, kendisinden istenilen şey, "OKU"ması idi!...

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:43:51sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

             "ÜMMİ"LER KİMLERDİR

Neyi...?

Hazreti Muhammed kendi beyanına göre, "oku"yamıyordu!...

"OKU"ması gereken şeyi "OKU"yamıyordu!... Çünkü, "ÜMMİ" idi!...

"ÜMMİ" ne demekti?...

Birbiri ardında yazılı olan harfleri okuyamamak mı?..

Esasen, Kur`an-ı Kerim’e göre, Araplar bu konuda iki sınıfa ayrılıyorlardı:

 1-``EHLİ KİTAP"... Yani okuyanlar!... Yani, Tevrat ve İncil`i okuyanlar ve yazanlar.

2- "ÜMMİLER"... OKUMAYANLAR!... Yani, Tevrat ve İncil`i okumayanlar -yazmayanlar- yani yazı yoluyla çoğaltılmasında görev almayanlar-.(1)

 (1)Burada detayına ve açıklamasına girmek istemediğim bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum...

Yazarak çoğaltma olayı geçmiş topluluklarda, teknik yazı imkanları gelişmemesi sebebiyle elle devam ettiği gibi; çağımızda dahi, gerekçesi bilinerek ya da bilinmeyerek, gelişen yazım teknolojisine rağmen "elle" yazıma özel bir önem verilmekte ve bu yola devam edilmektedir...

Mesela, günümüzdeki bir dinsel grubun içinde "yazıcılar" denilenleri vardır; bunlar bütün gelişmiş yazı tekniklerine rağmen gene de "elle" yazmaya devam etmektedirler... Gene bu cümleden olarak, günümüzde "UZAYLILAR" ile görüştüklerini sanan bir grubun aldıkları tebliğleri mutlaka "el yazısıyla çoğaltmak" ve yaymakla görevlendirilmeleri... Keza "RUHLARLA" görüştüklerini zanneden nice Türkiye içi ve dışı grupların aldıkları tebliğleri "el yazısıyla" çoğaltma ve yayma görevlerinin benzerliği üzerinde durmak ve bu konuyu araştırmak gerekir kanaatindeyim..

 Kur’an-ı Kerim, o gün yaşamakta olan Arapları ve diğerlerini, Tevrat ve İncil`i okuyanlar ve okumayanlar olarak ikiye ayırıyor; ve bu kitapları okumayanları ise "ÜMMİ" olarak nitelendiriyordu.

Bu husustaki yaklaşım şuydu;

Bir kısım insanlar vardı ki, bunlar sadece Tevrat`ı veya hem Tevrat`ı hem de İncil`i okuyor; ve dahi bazıları, bu kitapları yazarak çoğaltmayı görev biliyorlardı..

Bir kısım insanlar ise bu kitapları okumuyorlar ve Kabe`deki çeşitli putlara tapıyorlardı..

Pek küçük bir grup da, ne kitapları okuyup-yazarak çoğaltıyor; ne de putlara tapıyorlardı; ki bunlara da "HANİF"ler denmekteydi..

İşte gerek Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselâm, gerekse Ebu Bekir Sıddık bu "HANİF" ler grubuna dahil olarak, "ÜMMÎ"ler diye adlandırılan ve "EHLİ KİTAP" olmayan kimselerdendi!. Yani,Tevrat ve İncil’i okuyup-yazmışlardan değillerdi!.

Bu sebepten dolayıdır ki, Kur`an-ı Kerim’de ilgili ayetlerde Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’a ,

 O, ÜMMİ BİR NEBİ’DİR..(7-158)

 Diye tavsif edilip;

 “EHLİ KİTAB’A VE ÜMMİ ARAPLARA SOR” (3-20)

 “BUNDAN ÖNCE BİR KİTAP OKUMUYORDUN; SAĞ ELİNLE DE O’NU YAZMIYORDUN!” (29-48)

 diye de hitap edilmekteydi!.

Şayet dikkatle ve peşin hükümsüz olaya yaklaşırsak, görürüz ki, sadece "ehli kitaba ve ümmi Araplara sor" âyeti dahi, o gün için yaşayanların, Kur`ân anlayışında ikiye ayrılmış olduğunu; Tevrat ve İncil`i okuyanların "ehli kitap"; buna karşılık Tevrat ve İncil okumamış olanların ve bunlara inanmayanların da “ümmi” diye adlandırıldıklarını rahatlıkla fark ederiz!..

Kur’ân`da Hazreti Resuli Ekrem’e "sen ümmilerden olduğun halde onlara Kitabı ve hikmeti öğretirsin" gibi tanımlamanın getirilmesinin mânâsı ise şudur:

"Sen, Daha önce Tevrat ve İncil`i okumadığın halde, bu Kutsal Kitaplarda yazılı olan bilgilere uygun bir şekilde, geçmiş olaylara dair haberleri onlara ulaştırmaktasın!...

Bu da senin, O Kitapların kaynağından bu haberleri aldığını, yani vahye dayalı bir biçimde, Nübüvvet görevi dolayısıyla diğer Nebiler gibi aynı kaynaktan beslendiğini ispat eder!..

Şayet sen Ümmi olduğun, yani daha önceden Tevrat ve İncil`i okumamış olduğun halde, O kitaplarda yazılı olanları biliyor ve onlara anlatıyorsan, bu demektir ki, sen de bir Nebi olarak Musa ve İsa` nın aldığı kaynaktan vahiy almak suretiyle gerçekleri toplumuna iletiyorsun!"

 Yani, netice olarak burada ortaya çıkan gerçek şudur ki;

O devirde insanlar "Ehli Kitap" ve "ÜMMİ"ler olarak ikiye ayrılmaktaydı;

İncil ve Tevrat`ı okuyanlar ve elle yazarak çoğaltılmasında görev alanlar, “EHLİ KİTAP”;

buna karşılık bu kitapları yazmayanlar, ve dahi okumamış olanlar da “ÜMMΔler olarak isimlendiriliyordu..

Hazreti Muhammed Mustafa dahi bu kitapları okumamışlar grubundan bir fert olarak genel tanımlama içinde "ÜMMİ" diye nitelendiriliyordu!... Bu bir...

 Bir de işin diğer yanı var;

 "OKU"MA ya da "OKUYAMAMA”" kavramlarının burada taşıdığı anlam !...

"İKRA" yani "OKU" hitâbında işaret edilen mânâ neydi acaba?..

"İKRA" sözünün Hazreti Muhammed Aleyhisselam’a söylendiği anı, yeri ve şartları göz önüne getirelim...

Yer, Hıra Tepesindeki bir mağaranın önü!.. Zaman yaklaşık l400 küsur yıl evveli!.. Ve elde olan hiç bir yazılı metin yok!..

Şimdi bu hususa lütfen çok dikkat edin!..

Cebrail isimli melek tarafından, Hazreti Muhammed Mustafa`ya hitap ediliyor:

 -İKRA!.. yani, "OKU"!..

 Ama bu hitapla birlikte de olsa, eline hiç bir yazılı metin verilmiyor!...

Şayet bir yazılı metin verilse idi!... Ama kağıt üzerine; ama deri üzerine; ama kemik üzerine; ama taş üzerine; her ne üzerine yazılı bir metin olursa olsun; şayet bir yazılı metin verilmiş olsaydı...!

Ve Hazreti Muhammed de buna karşılık;

Ben ümmiyim, onun için bunu okuyamam” deseydi; bu olayı Hazreti Muhammed`in bildiğimiz anlamda okuma-yazma bilmeyişine işaret olarak alabilirdik belki!... Ancak ne var ki, olay asla böyle cereyan etmiyor!..

Cebrail Aleyhisselâm’ın;

 -"İKRA" !... Yani , “OKU

 hitâbına, Hazreti Muhammed şu cevabı veriyor:

 -Ma ene bikariyyun!..

 -OKUYABİLENLERDEN DEĞİLİM! (2)

 (2)Bakınız: Hamdi Yazır` ın "Hak Dini Kur` an Dili " tefsiri cilt 8..

 Burada önce şu hususa dikkatinizi çekelim...

Bir kişiye durup dururken "OKU" deseniz, bu isteğe karşı alacağınız cevap kim olursa olsun, şu olacaktır:

- Neyi okuyayım?

Çünkü, o kişi sizin neyi oku dediğinizi bilmediği için tabii olarak neyi okumasını istediğinizi soracaktır...

Şayet, "OKU" hitâbına karşılık olarak, "NEYİ OKUYAYIM" sualiyle karşılaşmamışsak; bu durum bize şunu gösterir:

Hitab edilen kişi, kendisinden neyi okuması istenildiğini bilmektedir!..

Evet, nitekim Hazreti Muhammed dahi, kendisine "İKRA", yani "OKU" dendiğinde, neyi okuması gerektiğini biliyordu!..

Ancak ne var ki, "OKUYAMIYORDU" !..

Bu "okuyamama"nın anlamı yazılı her hangi bir metni eline alıp da harfleri deşifre edememek değildi!..

"Okuma-yazması olmamak" anlamında okuyamamak değildi!..

Öyle ise neydi?..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:46:49sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                   "OKU"YABİLMEK

Evet, o ana kadar "okuyamamış"...

"Okuyamamanın" sıkıntısı içinde olan...

"Okumak" için aylar boyu mağaraya inzivaya çekilen Hazreti Muhammed Mustafa`nın "okumak" istediği şey ne idi?

Ayrıca, burada bir de şunu hatırlayalım...

Söz konusu edilen şey şayet bildiğimiz basit manada okuma-yazma olsaydı....

Okuma-yazma bir mağaraya çekilmek suretiyle tek başına mı öğrenilir?...

Yoksa, okuma-yazma bilen bir kişinin karşısına geçilip, ikinci bir şahıstan mı elde edilir, toplum içersinde!..,

Üstelik bir de bu kişinin yıllardır ticaretle, hesap-kitapla uğraştığını düşünürsek!...

Geçmişte, birtakım insanlar, olayın derinliğine girmedikleri için, ancak okuma-yazması olmayan bir Nebi’nin tebliğ edeceği Kur`an ’ın mucize olacağını, sanmışlar; ve dolayısıyla da işin derinliğine hiç inmeden; hatta bazı gerçeklere giden yolları dahi tıkayarak; "okumak ve yazmak bilmeyen" anlamına bir "ÜMMÎ NEBİ" kavramına saplanıp, herkese bu imajı yerleştirmişlerdir...

Zannetmişlerdir ki, böylelikle Allah Rasûlu daha bir büyüyecektir!!!..

Bu hazreti Rasulu Ekrem`in getirdiklerinin, bildirdiklerinin azametini ve O`nun gerçek büyüklüğünü kavrayamamanın sonucudur!.

Onların anlayışına göre, çöl ortasından çıkan bir Nebi okuma-yazma bilmemelidir ki, getirdiği bilgiler, açtığı yepyeni düşünce ufukları mucize sayılabilsin!!!.

Sanki bu Nebi, okuma yazma bilseydi, getirdikleri mucize olmazdı!!!.

Bu tartışma sırasında şunu da dikkatimizden kaçırmayalım...

Biz, MUHAMMED MUSTAFA `nın "RASULULLAH VE SON NEBİ " olduğuna iman etmekle mükellefiz!... O`nun okuma-yazma bilmesinin ya da bilmemesinin iman şartları ile de hiç bir ilgisi yoktur..

Esasen takip eden sayfalarda göreceksiniz ki, zaten olayın “bizim bildiğimiz anlamda okur-yazar olmakla” dahi hiç bir ilgisi yoktur!..

Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın "ÜMMÎ" oluşunun anlamı, onun "ehli kitap" olmayışıdır!. Bu, konunun zâhirdeki anlamıdır!...

Yani, Yahudi veya Hıristiyan dinine mensup iken, daha sonra Nebi olup da yeni bir din getirmemiştir.

Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın “ÜMMΔ oluşunun bir de batını, yani iç ya da "SIR" anlamı vardır; ki bu çok daha önemlidir!.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:51:38sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

                       "HANİF" İNANCI

Hazret Muhammed Aleyhisselam “ÜMMΔ olmasının; yani, hala kitabı "okuyamamasının" sıkıntısı içindeydi!..

Bu sıkıntı öylesine büyük boyutlara ulaşıyordu ki; günlerle, haftalarla kimseyi görmüyor, görmek istemiyor; sadece düşünce dünyasındaki o muazzam sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyordu...

Zira, kafasında oluşmuş bulunan suallerin hiç birinin cevabını sözü edilen dinlerde ve putperestlikte bulamıyordu!..

Orijinal düşünce şekli kaybolmuş Yahudilik veya Hıristiyanlık ile, düşünen insana hiç bir şey vermeyen ilkel PUTATAPARLIK, o devirde dahi Hazreti Muhammed Mustafa, Ebu Bekir gibi bazı Zevata hiç bir şey ifade etmiyordu...

O yüzden de, bu zevat "EHLİ KİTAP" dışındaki “ÜMMİ”ler sınıfında yer alıyorlardı...

Ne var ki, iş bu kadarla kalmıyor, "EHLİ KİTAP" içinde yer almadıkları gibi, putataparlar arasında da bir yerleri bulunmuyordu!... Çünkü “ÜMMİ”ler arasındaki “HANİF”ler grubunu oluşturuyorlardı..

“HANİF”ler... Dini İbrahim, yani "Tevhid" anlayışı üzerine olanlardı!...

Bize ulaşan bilgilere göre...

İDRİS Nebi, görev süreci içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR iLMİNİ” açıklamıştı...

Ancak, kendisi bu açıklamayı yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allah`ın ilim, irade ve kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...

"ASTROLOJİ" yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR iLMİ" denilen sistem, İDRİS Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden mahrum insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek; tesirlerini kesinlikle tespit ettikleri "BURÇLAR" ilmine sarılıp, her şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler!..

Bu yanlış tespit, daha sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini "TANRILIK TAHTINA" oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve burçlara tapınmaya kadar uzandı!..

Esasen her Nebinin getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman içinde saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir..

İşte, "BURÇLAR iLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH`ın varediş sistemi içindeki bu mekanizma"nın yanlış kavranılması sonucu; gök cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına yerleştirilmiştir..

Böyle bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebi gerçekçi düşünce yoluyla bu yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamayacağı gerçeğine ulaşmıştır..

Bu eriştiği gerçek neticesinde de halini şöyle dile getirmiştir:

 -İnni veccehtu vechiye lilleziy fatIres semavati vel ardı HANİFen ve ma ene minel müşrikin!.. ( 6-79 )

 -VECHİMİ O VECHE DÖNDÜRDÜM Kİ, YERYÜZÜNÜN VE GÖKTEKİLERİN HEPSİNİN FÂTIR’IDIR!..HANÎF OLARAK..ŞİRK EHLİNDEN DEĞİLİM!.

 "VECH" “yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “surat”, ya da “sima”, yani "sûret, olarak görünen yanımız" kastedilmiyor burada!. "İÇYÜZ"ümüzdür bahis konusu olan!..

Mesela bir insan için deriz ki "ikiyüzlü"!.. Burada anlatılmak istenen "ikiyüz" nedir?... Diyelim ki , iki kişilik.. Ya da "binbiryüzlü" deriz... Yani, çok kişilikli, anlamına!...

"VECH", “kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, "mânevi yüz" de denebilir!.... Keza, kişinin "düşünsel kişiliği" de demek uygundur.... Ya da, başka bir ifade ile, "şuursal kişilik" de diyebiliriz!...

Öyle ise, İbrahim Aleyhisselam’ın "vechimi" deyişini, "düşünsel kişiliğimi" gibi anlayıp;

 -Düşünsel yapımla, O manevi VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün yaratılmışların ve yeryüzündekilerin "FATIR"ı O`dur!..

 şeklindeki bu ifadeyi deşifre etmeye başlayabiliriz..

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  8.Ara.2009 Sal 23:58:09sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

            "FATIR" VE FITRAT DİNİ

Evet, devam edelim...

"FATIR"...?

Bu kelimenin anlamına girmeden önce, hemen iki ayeti hatırlayalım; ve bu âyetler ışığında “HANİF” ve "FATIR" kelimelerinin işaret ettiği manayı farketmeye çalışalım...

Anlattıklarımıza kaynak olarak Diyanet işleri`nin bastırtmış olduğu Hamdi Yazır merhumun "Hak Dini Kur’ân Dili" isimli tefsirinden yararlanıyoruz...

 "-Feakım vecheke liddiyni HANİFA... Fıtratallahilletiy fetaran nase aleyha!.. La tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım... Ve lakinne ekseren nâsi lâ ya`lemun. “ (30-30)

 -O halde yüzünü dine bir HANİF olarak tut; o ALLAH FITRATINA ki, insanları onun üzerine yaratmıştır, ALLAH yaratışına bedel bulunmaz, doğru ve sabit din odur, velâkin insanların ekseriyeti bilmezler!...

 Bu mefhum ile örfte İbrahim milletine ismolmuştur ki, “HANİF”, başka dinlerden, batıl mabudlarda çekinip, yalnız Allah’a eğilen muvahhid demektir..

-Sen yüzünü dine HANİF olarak tut...

 -Allah`ın FITRATINA!.. yani; FITRAT OLAN ALLAH DİNİ’NE; ALLAH’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl.

 FITRAT DİNİ, ALLAH DİNİ, HANÎFLİK, İSLÂM`dır!...

 DIN, FITRATI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEĞİL, FITRATTAKİ UMUMİ SELÂMETİ İNKİŞAF ETTİRMEK iÇİNDİR...

Velakin insanların çoğu bunu bilmezler, dini fıtratta değil, adette ararlar veya hevalarına uyarlar...

Dinin iki kaynağı vardır;

Biri fıtrat, biri kesib...

Fıtrat, sırf ilâhidir. Bir sevki Hak`tır!....Kesb, enfüsi âfâki muhtelif şerait içinde hissin teheyyücleri, zihnin tefekkürleriyle alâkadar olduğundan fıtratın istikametine muhalif hevâlara, zararlara, haksızlıklara, isyan ve şirke sürükleyebilir...

 -Her doğan fıtrat üzere doğar.....

 hadisi Ebu Hureyre` den...

-Fâtır Allah insanları o fıtratla oluşturmuştur ki, hepsi de yaratılışları itibariyle Allah dini üzeredirler...

hadisi Enes radıyallahu anh’ten bize naklolmuştur...

FItrat, ilk yaratmak demek olan yaratılışın ilk tarz ve heyetini ifade eder"

Şimdi bu açıklamalar ışığında geniş planda olayı görmeye çalışalım:

Acaba niçin âyette "HALİK" kullanılmamıştır da "FATIR" kullanılmıştır... Aradaki fark nedir?. Özellikle bu âyette niçin "FATIR" seçilmiştir?

"HALİK" Türkçe’deki karşılığıyla "YARATAN" anlamınadır... “Öyle bir şey ortada yok iken, o şeyi vareden, ortaya çıkartan” anlamınadır...

Ama, nasıl, hangi ölçüde, hangi gayeye yönelik olarak dedik mi, burada karşımıza "FATIR" çıkar...

"TAKDİR, tasarım, planlama, düzenleme, ölçümleme, zamanlama, sıralama" gibi "yaratma" öncesi kavramlarla birlikte "yaratma" sözkonusu olduğunda, hep aynı anlama işaret eden şu isimle yüzyüze geliriz... "FATIR" !..

"FATIR", dilediğini gerçekleştirmek üzere, birimleri o gayeyi oluşturacak biçimde yaratandır!...

"Fıtrat dini" ise, yaratılış programına kayıtsız şartsız uyum zorunluluğudur!...

-Duman halindeki semâya iradesini yönelterek ona ve yeryüzüne dedi: isteyerek veya istemeyerek hükmüme gelin!... ikisi de, isteyerek geldik; dediler.. (41-11)

 Göklerin ve yerin "FÂTIR"ının ALLAH " olup; onları “fıtrat” üzere yaratmış olduğunu düşünürsek; elbette ki, onların, fıtratlarına göre yaratılış görevlerini, yerine getirmemeleri düşünülemez!...

Nitekim, aşağıdaki âyet de, her şeyin, “fıtratları sonucu olarak kendi varoluş programları doğrultusunda fiiller ortaya koyduğuna”, işaret eder..

 -"Kul, küllün ya`melu alâ şakıletihi !..." (17-84)

 -De ki: HEPSİ DE PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDE FİİLER ORTAYA KOYARLAR!.

 Yani, "ALLAH"ın "FATIR" olması, tüm, canlı ve cansız diyerek bize göre ayırım yaptığımız varlıkların, yaratılış programları gereği olarak "kulluk" etmekte oldukları sonucunu ortaya koymaktadır....

Bu konuya en büyük açıklığı getiren şu âyeti hemen hatırlayalım:

 -"Kada rabbüke ella ta`büdu illa iyyahu" .... (17-23)

 -RABBIN HÜKMETTİ Kİ, KENDİNDEN GAYRINA KULLUK EDİLMEYE! (17-23)

 Şimdi burada dikkat edelim;

 -"RABBIN HÜKMETTİ Kİ"; denilmekte....

 Peki, "RAB"bın "HÜKMÜ", yani, " KAZASI " değişebilir mi?

Hemen Hazreti Rasûlulllah Aleyhisselâm’ın duasını hatırlayalım:

 -Allahumme lâ mânia lima a`teyte, ve lâ mutıe limâ manâ`te, ve lâ râdde limâ kadâyte!

 -Allah’ım, verdiğine mani olamaz; vermediğini verecek de yoktur; KAZÂNI yani HÜKMÜNÜ reddedecek, yani değiştirecek, bir güç de mevcut değildir... (hadîs)

 Yani, "RAB"bın "KAZÂSI"="HÜKMÜ" asla değişmez!. Ve kesinlikle yerine gelir!..

 -Semada ve yerde ne varsa hepsi O`nundur!... HER ŞEY HÜKMÜNE BOYUN EĞMEKTEDİR! (30-26)

 Eğer, Allah, kendinden gayrıya kulluk edilmemesini hükmetmiş ise, -ki böyledir-, artık hiç bir birimin, O`ndan gayrına kulluk etmesi mümkün olmaz!..

Ki, geçmişte yaşamış değerli “öze ermişlerden” birisi bu konuda şunu söylemiştir:

-Allah, kendisinden gayrına kulluk edilmemesini KAZA ettiği içindir ki, bütün varlıkları kendi esmasıyla yaratmıştır!... Tâ ki, kim, neye kulluk ederse etsin, gerçekte, hep, daima, bütün kulluklar O`na yapıla!...

İşte "FATIR", gökleri ve yeri hangi gaye uğruna, hangi işlevi yerine getirmek için programlayarak yaratmış ise, o yaratılmış olanların da o gayenin dışına çıkan işleri yapması asla mümkün olamaz!...

Şimdi İbrahim Aleyhisselâm’ın "ALLAH"a yönelişindeki bilinci ifade şekline dönelim:

 -Şuurumu (vechİmİ) semânın ve arzın FÂTIR`I olan Veche döndürdüm! (6-79)

 Yani, "farkettim ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı kabul edilesi bir nesne yoktur ki, ben onu put edinip, ona tapınayım!... Bu sebeple, ben şuurumla, gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR`a yöneldim..."

 -HANÎFEN... (6-79)

 “HANÎF” olarak!. Yani, göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” bilinci içinde!.. Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idrâka ermiş olarak... Tüm varlığı, tüm evreni, tüm sistemi, tüm düzeni dilediği gibi ve hükmü her an geçerli bir şekilde var eden sınırsız ilmi ve Gücü idrâk ettiğim için, ötede tapınılacak bir tanrı olmadığı bilincinde olarak!...

 -Müşriklerden değilim!...

 ALLAH, VAHİD-ül AHAD” olduğu halde; ben “Allah yanısıra tanrı kabul edenlerden” değilim!... Mutlak varlık, " ALLAH" olduğu halde; ben, tanrı kavramını kabul edenlerden ve böylece de şirke düşenlerden değilim!... "ALLAH" yanısıra TANRI kabullenmek, ya gökte ötede birini kabullenmek şeklinde olur, ya da firavun. Nemrut, Deccal gibi kendilerinin TANRI , RAB olduğunu iddia edenlerin, bu iddialarını kabul etmek suretiyle olur.

sohbet forum arkadaş cagir

forum arkadaş sohbet linki

xxxGOKERxxx

xxxGOKERxxx resimleri ve sohbet sayfasi forum oyun tavla okey

sohbet icin online durumu
Mesaj Gönder
Forum Mesajları
Forum Başlıkları
 

 oyun sohbet linki, arkadaş tavla okey sayfasi  9.Ara.2009 Çar 00:03:21sohbet oyun linki
Bu Mesajdan Alıntı Yaparak Mesaj EkleMesaj Ekle

"ALLAH" İSMİ, "CÜZ" KAVRAMINI  KABUL ETMEZ

Nitekim Kur`an-ı Kerim`de bu konuda nasıl ikaz ediliyoruz:

 -"Ve ceâlu lehû min ibâdihi cüz`a !..innel insâne lekefûrun mübîn.. " (43-15)

 -İBADINDAN BİR KISMI O’NA CÜZ OLUŞTURDULAR!.. MUHAKKAK Kİ İNSAN, GERÇEĞİ ÖRTÜCÜDÜR.. (43-15)

 Bakın burası "ALLAH" kavramı hakkında en önemli açıklamayı getiren ayetlerden birisidir..

“PANTEİST” görüş ile “İslam`ın VAHDET” görüşü arasındaki korkunç uçurumu ve farkı bilmeyen cahiller; Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın getirdiği ve açıkladığı "ALLAH" anlayışından tamamıyla uzak bir biçimde konuya yaklaşarak; " ALLAH”ı ötemizde bir TANRI olarak tasavvur edip; buradan aramızdan birilerini de sanki O`nun bir "CÜZÜ" yani parçasıymış gibi kabullenmektedirler!!.. Sanki, "ÖTEMİZDEKİ ALLAH ", gelip, buradaki birisinin varlığına nüfuz ediyor, yani ortaya çıkıyor... da; yukarıda bahsi geçen âyet de bunu iptal ediyor; gibi anlaşılmış bir kısım tefsirciler tarafından ..

Kur`an-ı Kerim’in ruhuna erememekten oluşan, tamamıyla bir yanlış anlamadır bu!..

Halbuki yukarıda söz konusu edilen Kur`an ayeti ile vurgulanan, ve manası apaçık bir biçimde ortada olan gerçek şudur:

 -"Onlardan bazıları ALLAH`a "CÜZ" isnat ediyorlar!!!. Oysa, " ALLAH", "CÜZ" kavramından berîdir... Yani "ALLAH" isminin mânâsı "CÜZ" kavramını kabul etmez!... "ALLAH"ın "CÜZ"ü olmaz!... Çünkü, "ALLAH", biline ki "AHAD"dır; yani "CÜZ"lerden bileşik bir tümel yapı değildir!.. " ALLAH" “sınırsız” varlık olması hasebiyle, kendisinin dışında bir ayrı vücud kavramı, kabul etmez; ki artık O`nun “CÜZÜ” olan ikinci bir nesne olsun!.. "

 Burayı çok iyi farketmek ve idrak etmek zorundayız değerli okurlarım...

Şayet "ALLAH"ın bir mekânı varsa, şayet "ALLAH"ın bir sınırı varsa, yani "ALLAH" bir yerde bitiyorsa, elbette ki O`nun bittiği yerde başlayacak olan iri yada ufak bir takım varlıklar olabilir... Ve yahut, O` nun dışında ya da içinde, O` nun CÜZLERİ olabilir!!!...

Ancak, "ALLAH"ın eğer "VAHİD-ül AHAD" olduğunu farketmişsek, veya idrak etmişsek, hiç değilse böyle olduğuna iman etmişsek, bilmeliyiz ki “AHAD” olan "ALLAH", “CÜZ”ü olmaktan değil, "CÜZ" kavramından dahi münezzehtir!...

Nitekim, konu buraya gelince, hemen hepimizin çok iyi bildiği "İHLAS" Suresini hatırlayalım:

 "-De ki: ALLAH “AHAD”dır !.."

"ALLAH" isminin işaret ettiği manaya, müşahedemiz ölçüsünde, ilmimiz yettiğince açıklamaya çalıştık

  (buraya tıklayıp konuya ulaşabilirsiniz)  ====>>>     Hazreti Muhammed in Açıkladığı Allah (ANLATIM 1) 

 

Burada sırası gelmişken, genelde pek bilinmeyen ve bilgisizlik yüzünden çokça karıştırılan önemli bir gerçeğe değinelim...

CC sohbet icin buraya
 <<1 234>>
Mesaj Ekle, arkadaş oyun sohbet icin cagir